Geçtiğimiz hafta 102. yaşını kutladığımız Cumhuriyet’i ele alırken her ne kadar bir asrı devirmiş olmanın, rejime atfedebileceği olgunluk göze çarpsa da, devletler tarihi kapsamında çok genç bir yönetim sistemi Türkiye Cumhuriyeti.
Bebeklik, çocukluk, gençlik dönemlerinin beşeri yaşam alanında farklı farklı şekillerde tezahür eden zorlukları vardır. Bir insanın doğup yetişmesi, aşamalarla büyüme sancılarının eşlik ettiği çetin bir yola benzer.
Devletlerin ve rejimlerin de aynı şekilde, kuruluştan itibaren olgunlaşmalarına kadar, başlıca mağduru vatandaşlar olan sancılı bir kurumsallaşma süreçleri vardır.
Her ne kadar demokrasi kavramı bazı söylemlerde cumhuriyet rejimi ile birebir aynı kurumsal yapının ayrılmaz parçaları gibi kullanılsa da, dünyada birçok pratik örnekte demokrasinin uzaktan yanından geçmeyen cumhuriyet rejimleri, ve demokrasi ile yönetilen ancak monarşik çatı yönetimleri ile dengesel bir yapı kuran ülkeler hepimizin malumu. Coğrafyamızda bu olguyu doğrular nitelikte gelişmeler yaşanmış, Osmanlı İmparatorluğu son döneminde özellikle 2. Meşrutiyet'te ivmelenen bir demokrasi atılımına sahne olmuştur. Kurtuluş Savaşı'nın ardından Büyük Meclis'in açılması ve ardından Cumhuriyet'in ilanı ile Demokratik Türkiye Cumhuriyeti, yakın gelecekte yaşayacağı çocukluk hastalıklarından ve çekeceği acılardan habersiz şekilde Türk milletine umut olmuş, yeni bir başlangıç kapısı açmıştır. 1. Dünya Savaşı’nın korkunç yıkımının amansız yorgunluğunu ve bunun millete her manada yüklediği yükü sırtlanmış olan ülkeyi yeni bir çehreye çevirme misyonunu başarı ile üstlenmiş olan Atatürk'ün, Kurtuluş Savaşı öncesi ve sonrası güvendiği ve birlikte çalıştığı yol arkadaşları yaşadığı çeşitli sorunlar, tek partili demokrasiden, gerçek demokrasiye- çok partili rejime geçiş denemelerini sekteye uğratmış ve Halk Fırkasına rakip olan siyasi partiler kapatılmıştır.
1920-30’lar Türkiye'sinde henüz bebek niteliğinde olan Türk demokrasisi için bu türbülansların, dünya demokrasi tarihine bakıldığında çok doğal olduğunu söyleyebiliriz. Ancak çok partili hayata doğal, normal ve gerçek bir evrilme niteliğinde olan ve Demokrat Parti'nin 10 yıllık iktidarı sonrasında yaşanan 27 Mayıs 1960 Darbesi demokrasimize yapılan en büyük saldırı ve ihanet olmasının çok ötesinde, ülkenin mikro ve makro ölçekte, dünyada ve kendi içinde yaşadığı, zorluk, sıkıntı, sefalet ve felaketlerle dolu 42 yıllık sürecinin ana sebebi ve başlangıcı olmuştur. Bu darbe öylesine büyük bir tarihi ihanettir ki, darbenin arkasındaki aksiyonel ve fikirsel güçler 27 Mayıstan sonra birbirlerine girmişler, Türkiye'yi nasıl bir Baas rejimi yapacakları konusunda fikir ayrılıkları yaşamışlar, Doğan Avcıoğlu gibi modern dünyada hiçbir ciddiyeti olmayacak kişilerin etrafında kenetlenmişler, Talat Aydemir'e 'Sen yap arkandayız' diyerek tekrar darbe girişimleri yaptırmışlar, ancak Aydemir tutuklanıp idam edilince birçoğu kaçacak delik aramışlardır. Aslında bugün 'Cihangir Solculuğu' olarak adlandırdığımız düşünce akımının temelini bu tipler atmıştır. Ülke gerçeklerinden ve milletten tamamen bihaber bu bir avuç kişi 'Millet ne anlar ülke yönetiminden, biz seçkinler yönetimi ele almalıyız' anlayışı ile hareket ederek, 'Türkiye'nin düzeni'ni dizayn etmeye kalkmışlardır. 12 Mart 1971 muhtırasını kendilerine bağlı subaylar yaptı zannederek bunlara ilk günlerde yazılarında methiyeler düzen, gerçek sonra anlaşılınca, rakip darbeye karşı demokrasi çağrısı yapan 9 Martçılar da bu kişilerdir. İşte bu tiplerin yıllarca ülke siyasetini manipüle ettiği, mahalle bakkalı işletse 2 günde batacak adamların siyasette söz sahibi olduğu bu ülkede genelde düşe düşe olgunlaştı demokrasi, pek yerinden kalkamadı. Gençlerin terörize edildiği, üniversitelerin işgal edildiği, sefaletin, karanlığın milletin kaderi olduğu, askeri vesayetin siyasete göz açtırmadığı, 12 Eylül’e giden süreçte yaşanan olayları körükleyen tüm faktörlerin doğum tarihi 27 Mayıs 1960'tır.
O gün hayati organlarına kurşun yiyerek yatalak kalan Türk demokrasisi 3 Kasım 2002 tarihinde 2. kez 'Yeter Söz Milletin' demiş ve Türkiye'de belki de ilk kez millet iradesi tam demokratikleşmeyle arasındaki eşiği aşmıştır.
2002'de başlayan bu süreç de çok sancılı olmuştur olmasına ancak bugünün farkı , millet iradesini meşru temsil gücünü elinde tutan siyasi güç ve liderlik son 20 yılda yaşanılan tüm antidemokratik girişimlerin püskürtülmesinde temel olmuştur. Yakın Türkiye tarihine yukarıdaki perspektiften baktığımda sık sık, 27 Mayıs 1960'ta Tayyip Erdoğan liderliği olsaydı, ne o darbe başarılı olabilirdi ne de ülkemiz bu badireleri yaşardı diye içimden geçiririm.
Kısa bir özetini yaptığımız Genç Türkiye Cumhuriyeti 102 yaşına çok önemli olgunluk adımları ile girdi. Şüphesiz “Terörsüz Türkiye” hedefinde atılmakta olan ve atılacak adımlar, ülkenin ve milletin geleceğine yepyeni bir huzur atmosferi hediye etmenin ötesinde, Dem Parti gibi milyonların oyunu almış bir siyasi partinin demokratik siyaset zeminine çekilmesine ön ayak olacaktır. Özellikle doğu ve güneydoğuda büyük teveccüh gören bu siyasi hareketin, terör örgütünün, marjinal grupların, radikal solun kuklası haline getirilmesi, başta mütedeyyin Kürt vatandaşımızın temsili açısından olmak üzere, demokratik meşruiyet açısından büyük sorun teşkil etmekteydi. Terörsüz Türkiye'deki etkin rolü Dem Parti'ye geniş bir meşruiyet alanı kazandıracaktır.
Her ne kadar hukuki bir vakıa olsa da siyasi sonuçları açısından son dönem gerçekleşen Temiz Eller Operasyonu’nu da Türkiye'de siyasetin temizlenmesi açısından önemli buluyorum. Cumhuriyet Halk Partisi gibi köklü ve kurumsal derinliği olan bir siyasi hareketin, yolsuzluk, casusluk, hileli siyaset üçgenine sıkıştırılmış olması bu harekete gönül veren milyonları endişeye sevk ederken, bu yapıların tespiti ve siyasi düzlemden hukuki yaptırımlar kapsamında elimine edilmesi CHP seçmeni için bir umut ışığı olmuştur.
Gelecek günler demokrasinin her geçen gün daha güçlü daha kurumsal olacağı günler olacaktır.