Burada bulunan devasa firmaların teknoloji ürünlerine yönelik çip üretimi yapmalarından ve bu üretimlerde yoğun olarak silikon kullanılmalarından ötürü bu isimle adlandırılan Kuzey Kaliforniya'nın San Francisco Körfez Bölgesi’ndeki Ar-Ge merkezinin kuruluşu, çok eski tarihlerde gerçekleşmiş bir dizi olaya bağlı.

19. yüzyılın sonunda, ülkeyi doğudan batıya demir yolu ile bağlama projesine katılarak yüklü bir servet kazanan Leland Stanford’un Santa Clara Vadisi’nde 8 bin dönümlük bir arazi satın alması ve Stanford Üniversitesi’ni kurmasıyla başlayan sergüzeşt, Federal Telgraf Şirketi’nin Palo Alto’da bir araştırma tesis etmesi sonrası elektronik olarak anılmaya başlayan yeni bir alanın ortaya çıkmasıyla devam etti. Böylece bu alanda yeni girişimlerin yavaş yavaş vadide ortaya çıkmasıyla oluşan sinerji, Gordon Moore ve Robert Noyce tarafından Intel’in kurulması ile yepyeni bir dünyanın kapılarını araladı. Şirket, transistörleri mikroskobik hâle getirip yarı iletken çiplerin üzerine monte etmeyi başardı. Çiplerin ana maddesi de silikon olunca 1971’de yayınlanan Electronics Magazine dergisinde geçen bir ifade olan “Santa Clara Vadisi’nin artık bir Silikon Vadisi” cümlesi ile bugün kullandığımız “Silikon Vadisi” ismi ortaya çıkmış oldu.

Bugün uğruna Çin, Tayvan ve ABD’yi savaşın eşiğine getiren çiplerin bulunmasıyla ortaya çıkan ve hızla büyüyen teknoloji cennetinin en büyük kapısı sayılan Silikon Vadisi, 50 yıldır dünyayı değiştiren tüm gelişmelerde yer almayı başardı. Google, Facebook, Apple, Tesla, Uber, Intel, HP, IBM, Alphabet, Oracle, Paypal, eBay, Netflix, VMware, Sandisk, NVIDIA, Yahoo daha nicelerinin yolları hep buradan, Silikon Vadisi’nden geçti. Vadi günümüz itibarıyla Fortune 1000 listesindeki 30'dan fazla devasa şirkete, binlerce start-up’a ve 2 milyondan fazla çalışana ev sahipliği yapıyor. Trilyonlarca dolarlık gelire ulaşan Silikon Vadisi’nin, unicorn olarak adlandırılan ve değeri 1 milyar doları geçen genç teknoloji şirketlerinden her dördünden birini ortaya çıkaran bir merkez olmanın yanında, şirket kurucularından yarısının ABD’ye göç eden zeki ve çalışkan göçmenlerden olduğu düşünüldüğünde dünya çapında beyin göçünün en önemli durağı olduğu da ortaya çıkıyor.

İşin zirvesine baktıktan sonra şimdi dönüp biraz da ülkemiz üzerinden meseleyi yorumlayalım. Evet, ABD’yi dünyanın bir numaralı ekonomisi hâline getiren de, Çin’i bu unvanı ABD’nin elinden almaya her geçen gün yaklaştıran da teknoloji konusundaki ilerlemelerle yakalanan müthiş güç. İki ülkenin bu alandaki ortak yanı, bilim ve teknolojinin gelişmesine ve bu alandaki eğitime son derece önem vermeleri. Farklı yanları ise işin finans kısmında karşımıza çıkıyor. Birinde bilim ve teknolojiyi destekleme hususunda dünyanın en iyi ve en güçlü finansal sistemi kuruluyken, diğerinde ise sınırsız devlet desteği mevcut. Ülkemizdeyse 2000’li yıllardan ODTÜ Teknokent ile kurulmaya başlayan benzer yapılar henüz hem çok genç hem de gereken desteği görmüş durumda değiller. Ülkemizde ne ABD’deki gibi bu teknoloji merkezlerindeki firmaları daha doğumlarından itibaren destekleyecek başta yatırım bankaları olmak üzere finansal kuruluşlar mevcut ne de Çin’deki gibi varı yoğu buralara yatıracak kadar agresif kamu politikaları… Son yıllarda girişim sermayesi şirketlerinin kurulmalarıyla başlangıç açısından ciddi mesafe alınmış olsa da teknokentlerdeki firmaların, özellikle de yetenekli gençlerin kurduğu start-up’ların ne ABD’deki devasa fonlara ulaşma, ne o fonları yöneten yetenek avcılarından faydalanma ne de Çin’deki gibi devasa kamu desteklerine kavuşma şansı yok.

Çin’i özellikle yazıya almış durumdayım; çünkü ABD ve Çin ile karşılaştırıldığında karma ekonomik bir sisteme sahip olduğumuzdan ötürü her devletin de konuya yaklaşımı bizim için önemli. ABD’deki gibi devasa yatırım fonlarının olmadığı ülkemizde ister istemez devletin bizzat hukuki ve her türlü altyapının hazırlanmasının yanında bu işe finansal manada da destek olması gerekiyor. Devletin finansal desteği söz konusu olunca da her ne kadar sistemi tasvip etmesek de sonuç itibarıyla başarılı olan Çin, ön plana çıkıyor. İkisinden de ayrı kendimize uygun bir sistem kurulması için ikisinin de incelenmesi gerektiğinden ikisine de göz atmak ve faydalanmak gerekiyor.

Bu minvalde birinci ve olmazsa olmaz meselemiz tabii ki de teknoloji alanında iyi bir eğitim verilmesinin sağlanması. Bunu konuya ilişkin ayrıca bir yazımızda tartışacağız inşallah. Fakat bugün için ilk gündemimiz sermaye. Teknokentlerde kurulan ve faaliyette olan firmalara finansal kaynak oluşturmamız ve hızla ileri teknoloji ürünleri oluşturmaları hususunda onların önünü açmamız gerekiyor.

İkincisi ise devlet destekleri. Bu alanda ciddi mevzuatsal ve hukuki çalışmalar var. Vergilerden sübvansiyonlara çok sayıda destek sağlanmış durumda. Fakat yetmez. Meselenin üstüne daha da düşülmesi, start-up’lara sınıflarına ve üretmeleri muhtemel verimliliklerine göre, uzun vadeli ve faizsiz ciddi sermaye desteği sağlanmalı, önleri açılmalı, başta stratejik ürünler ortaya koyacaklar olmak üzere süreli ortaklık sağlanmasından daha birçok alanda destek verilmeli.

Eğer bu işe gereken ilgi gösterilir ve özellikle teknokentlerden biri ya da birkaçı pilot olarak belirlenip üzerine düşülür, gereken sermaye kanalları açılır, her alanda kamu desteği sağlanır ve doğru şekilde verimlilik izlemeleri yapılması suretiyle iyiler kötülerden ayrıştırılarak süreç devam ettirilirse “Bizim Silikon Vadilerimizin” hızla ortaya neşet edip dünyayı değiştirenler ligine girmeleri mümkün.