Kendiliğinden gündeme oturan soru şudur: Sadece Kur’an’ın değil, aynı zamanda tüm peygamberlerin mesajını da taşıyan koskoca İslam dünyası, nasıl olur da böylesine bir parçalanmışlık, zayıflık ve utanç yaşayabilir? Hiç şüphe yok ki, Müslümanlar’ın (bin dört yüz yıllık) tarihinde en tehlikeli dönüm noktası, rüşd (doğruluk, olgunluk) döneminin inkıtaa uğraması ve Heraklizme (Bizans düzenine), “Bir Hirakl gider yeni bir Hirakl gelir.” (Kral öldü, yaşasın yeni kral!) anlayışına geri dönülmüş olmasıdır.

Düşünür Malik Bin Nebi, rüşdün yitirilmesine yol açan bu kopuştan sonraki Müslümanları tanımlamak için “Muvahhidîn sonrası insanı” ifadesini kullanır. Müslümanları neyi kaybetti de tüm işleri sonuçsuz kaldı? “Muvahhidîn sonrası insanı” problemini nasıl ortaya koyabiliriz? İnsana Allah’ın ruhundan üflenmiştir ve en iyi kıvama ulaşabilecek yetenekle donatılmıştır. Dolayısıyla insan iyiyi kötüden, doğruyu yanlıştan, olgunu bozuktan ayırt etme kudretine sahiptir.

Malik bin Nebi, problemi ruh yapısı ve zaman boyutu açısından iki kısma ayırır. Bu ayrımı yaparken samimiyet ve doğruluk ile ahlak ve ilim kavramlarını irdeler ve der ki: “Müslümanın ruhi/manevi boyutu sağlamdır ve ona iman telkin etmemize gerek yoktur.” Mütefekkir ayrışmanın Sıffin’de gerçekleştiği kanaatindedir. Ancak kanaatimce ayrışma İslam tarihinde daha ilk başta (Muaviye iktidarı oğlu Yezid’e miras bıraktıktan sonra) başlamıştır. Müslümanların Kur’an’ın kılavuzluğunu terk etmesiyle sonuçlanan sürecin başlangıç noktası işte budur.

Hz. Muhammed’in (sas) mesajı, incelemeye ve sosyal analizlere elverişli olup ruhi analizler yapmaya da müsaittir. Kur’ani bir kavram olmasına rağmen, “ruh” kelimesi -Batı’da Hıristiyanlar’ın yazılarında kullanılan ruh kavramının yol açtığı karışıklık nedeniyle anlam belirsizliğine sebebiyet verebilir. Ben ruhu şöyle anlıyorum: Ruh; insanın sonuçlara dayanarak nedenleri anlayabilme yetisidir. Canlılar içinde bu yeti kendisine verilen sadece insandır. Bu yetisi sayesinde insan sonuçlarla nedenleri ilişkilendirebilmekte, hüsrana yol açan hatalarının sonuçlarını ahirete varmadan daha bu dünyada öğrenebilmektedir.

İnsanları mümin, kâfir ve münafık kategorilerine ayırırken Kur’an, onları ırk ya da mezhep temelinde tasnif etmez. (Kur’an’a göre) müminler/inananlar; baskı uygulamadan ikna etmek suretiyle insanın en iyi şekilde değerlendirilebileceğini anlayanlardır. Kâfirler/nankörler; insanın anlama kudretini görmezden gelen ve baskı uygulayarak insanı benimsemediği bir inancı taşımaya zorlayanlardır.

Baskıyı kabullenip boyun eğen ve inanıyormuş gibi görünen ama inanmayan münafıklar ise iki gruba ayrılır: Müminler arasındaki münafıklar ile kâfirler arasındaki münafıklar. Ne o gruba dahildir ne bu gruba, ikisi arasında gidip gelir.

Kâfir olmanın dünyevi bir yaptırımı olmadığını anlamak zorundayız. İnanmayan inanmaya, kâfir mümin olmaya zorlanamaz! İnancı her ne olursa olsun kâfirin tercih hakkı bakidir, dilediği kadar kâfir olarak kalma hakkına sahiptir. Kur’an; baskı kurmaya yeltenmedikçe ve insanların inançlarını güç kullanarak değiştirmeye çalışmadığı müddetçe bütün din, inanç ve düşünceleri koruma altına almaktadır.

“Muvahhidîn sonrası insanı”, rüşd (doğruluk, dürüstlük, olgunluk) döneminden sonra gerisin geri din/inanç/düşünce alanında baskı toplumuna ve bozuk toplum düzenine dönen insandır. Böylece Müslümanlar, ilan edilmemiş, gizlice mutabakat sağlanmış bir komplo ile -Ali bin Ebî Talib’in (ra) kanını dökerek Allah’a yakınlaştığını sanan- Harici mezhebini benimsemiştir!  Dolayısıyla, doğal olarak farkında bile olmadan orman kanununa geri dönmüş olduk!

Çeviri: Fethi Güngör