Gürültü artık hayatımızın doğal bir parçası haline geldi. Şehirlerin bitmeyen uğultusu, sosyal medyanın sürekli akan sesi, zihinlerimizi işgal eden haberler… Her şey birbirine karışıyor. İnsan artık kendi sesini bile duyamaz hâle geldi. Fakat içsel denge sessizlikte yeşerir. Bazen hiçbir şey söylememek, yüzlerce kelimeden daha etkilidir. Çünkü sessizlik, yalnızca sesin yokluğu değil; ruhun kendini yeniden duyabilmesidir.
Sessizlik, kalabalıkların içinde bile mümkündür. Bir kahve molasında, akşamın kızıllığında yapılan bir yürüyüşte, bir sayfanın sessiz çevrilişinde… Dış dünyanın karmaşasından birkaç dakikalığına uzaklaşmak bile zihni arındırır, ruhu tazeler. Düşünceler netleşir, duygular dinginleşir, hayat yeniden anlam kazanır. Sessizlik, insanın kendi özüne dönme yolculuğudur. O kısa anlarda insan, dış dünyanın değil, kendi iç evreninin sesini duymayı öğrenir.
Ne yazık ki çağımız sessizliği çoğu zaman zayıflık olarak yorumluyor. Gürültülü olanın güçlü, çok konuşanın haklı sanıldığı bir dönemdeyiz. Oysa susmak bazen en asil duruştur. Bir tartışmada sessiz kalmak, bir haksızlığa karşı sükûnetle direnmek, olgunluğun en derin hâlidir. Sessizlik, kaçış değil; bilincin berrak hâlidir. Çünkü susabilen insan, duygularına hükmeden insandır.
Belki de en çok ihtiyacımız olan şey, gürültünün ortasında kendi iç sesimizi yeniden duymaktır. Ruhun huzuru, dışarıdaki seslerin azalmasıyla değil; içimizdeki sessizliğin büyümesiyle mümkündür. Günün sonunda, insan ne kadar konuşursa konuşsun; kalbine en çok dokunan şey sessizliğin öğrettikleridir. Çünkü bazen en derin cevap, hiç söylenmeyen bir cümlenin içindedir.