Hicretin 6. Yılında hendek savaşını müşrikler kaybetmişti.

Mekke’nin seçkinleri derin bir tedirginlikle İslam’ın yayılışını gözlemlerken, tam bu süreçte peygamberimiz efendimiz Mekke’ye Kâbe’yi ziyarete hareket eder.

Mekke müşrikleri paniğe kapılır ve peygamberimize antlaşma teklif ederler.

Böylece Hudeybiye Musalaha’sı, yani Medine’yi tanıdıklarının hukuki metnini imzalamış oldular.

Medine Vesikası ile Yesrib’den Medine’ye dönüşen ‘medeniyetimiz’in çekirdeği oluşmuş toprağa düşmüş oldu…

Sahabelerin herbiri, peygamberimizin hayatı içinde kendi mertebe ve özelliklerine göre insani kemallerini tamamlama gayreti içinde oldular.

Peygamberin hayatı içinde, Allah’ın kitabını anladılar ve O’nun ile eşyanın hakikatini anlamaya çalıştılar. Enfus ve afaklarındaki ayetleri O’nun hayatı içinde okumaya çalıştılar.

Peygamberin ahirete irtihali sürecini bütün boyutlarıyla yaşadılar.

Bu süreç içinde aynı zamanda Medine içinde ve dışında birçok siyasi sosyal problemlerle boğuştular.

Âlemlere rahmet olarak gönderilen peygamberin, sevgililer sevgilisini yolcu etmek gibi insan takatini aşan yükü, velayet sultanı Hz. Ali ‘den başka kim taşıyabilirdi.!?

Murad-ı İlahiye göre olaylar tezahür etmeye başladı.

Peygamberimiz Efendimizin (sav) ardından onun verasetini yüklenecek olan 4 raşit halifesi, ömrü en kısa olandan başlayarak, en uzun olana kadar sıralanacaktı.

Çeşitli manipülasyonların etkisine maruz kalan Ensâr, Benû Sâide sakifesinde toplanarak Hazrec’in reisi olan Sa’d b. Ubâde’yi seçmeye yönelmesinin doğuracağı ağır bedeli Hz.Ebu Bekr ve Hz. Ömer’den başka aklıselim üzere kim çözebilirdi?

Bu, kurulan Medine’nin, bir asr-ı saadet medeniyetine dönüşmesinin önündeki ilk fitneyle testiydi…

Tekrar Habil ve Kabil kıssası, zaman ve mekana uygun bir şekilde amcaoğulları arasında tecelli edecekti.

Mekke’nin fethiyle gizlenen, 3. Raşit Halifeden itibaren örgütlenme fırsadı bulan, siyasi iktidarı ele geçirme amaçlı, fitne-fesat üzerine kurulmuş, Ben-i Ümeyye harekatı, 4. halifeden itibaren, asi ve baği bir kalkışmaya dönüştü. Yapılan manipülasyon, fitne ve isyan neticesinde, sonraki nesillerin ‘Asr-ı Saadet’ dedikleri dönem, dördüncü Halifenin şehadetiyle sona ermişti.

Nihayet Beni Ümeyye oğullarının, amca çocukları Beni Haşim oğullarına kaptırdıkları iktidar ve bu iktidarın bir malzemesi olarak gördükleri ‘Din’ ellerindeydi. Böylece tıpkı İsrail oğullarının Kabil’den mülhem yaptığı altın buzağı gibi Şam meliklik geleneğini hayata geçirildi.

Bu anlayış, Allah’ın Kitabına ve Peygamberinin ahlak ve metodu üzerinden hayat bulan dört Raşit halifenin yürüttüğü, Peygamberimiz Efendimizin, zahiri ve batini, dünyevi ve uhrevi Verasetini, tek yönlü-siyasi-dünyevi otoriteye, ’Melikliğe –ŞAM’ a dönüştürdü.

Bu dönüşüm neticesinde aziz İslam Milleti ilk siyasi kırılmayı yaşadı. Ortaya, Şii-Sünni ve Hariciler adı altında ilk siyasi gurupları çıkardı.

Ben-i Ümeyye melikliği, İlk melik, Muaviye Bin Ebu Süfyan ve oğlu Yezit ile bir asır kadar devam etti. Emeviler, Şii-Sünni-harici olarak bölünen İslam Milleti nazarında, kendilerini meşrulaştırmak için akıl almaz yollara başvurdular. Kabilin yöntemini olabildiğince geliştirdiler. Peygamber hakkında kendilerini destekler mahiyette, uydurdukları hadis rivayetleriyle, birçok fıkhi-ameli ve itikadi-kelam mezheplerin doğmasına sebep oldular.

Yaşanan bu derin kırılma süreci içinde, Habil gibi Kabile karşı duran Ehl-i Beyt, Emevi melikliğine-Şam geleneğine karşı İlmi ve siyasi mücadelesini sürdürmesinin ağır bedelini ödedi…

Gönlü, Ehl-i Beyt’den yana olan ve fakat Emevi Sultasının, daha fazla kan akıtmaması ve fitnenin derinleşmesini istemeyen Âlim Sahabeler çaresizdiler.

Şam geleneğinden bağımsız Medine geleneği üzerine kurdukları okullarda, Allah’ın dininin öğretilmesine ve kurdukları Ribat bölgelerinde yeni yerlerin fethi için murabıtların yetiştirilmesine yöneldiler…

Emevi sultalığı bir asır sonra Abbasiler tarafından yıkılarak yerini Şam geleneği üzere başka bir Sultalığa terk etmiş oldu.

Abbasi Sultalığı da Emevi dönemini aratmayacak şiddet ve manipülasyonlarla ‘Kabil’ ihtirası üzerinden müesseseleşerek sürdü.

Abbasilerin başlangıç döneminde, 10. Emevi meliki, Hişam bin Abdülmelik’in torunu Abdurrahman İspanyaya giderek Kurtuba Emevi Emirliğini kurdu. Endülüs emevi devleti yaklaşık üç asır sürdü.

Bu süreç içinde bir çok coğrafya fethedildi ve bir çok farklı kültürlere mensup insanlar müslüman oldu.

Abbasilerden sonra farklı kavimlerden ve kültürlerden müslümanlar devletler kurdu. Bu devletler kurucu kavimlerin kültürel özellikleriyle beraber emirlik ve beylik olarak tezahür etti.

Hayatın, dünyevi ve uhrevi- siyasi ve dini olarak bölünmesiyle İslam Milleti’nin ilk sekülerleşmesi/dünyevileşmesi başlatılmış oldu.

‘Hilafet’ son Müslüman devleti olan Osmanlı’ya kadar bir ‘ ruhani ünvan’ olarak, ‘İslam devleti’ anlayışı içinde devam etti.

Medine Geleneği ise, İslam Milletinin siyasi kırılmasıyla oluşan Şii ve Sünni yapı içinde, ilmi ve itikadi bir metod-usul olarak âlimler vasıtasıyla sürdürüldü.

Daha sonra bu ilmi itikadi Medine Geleneği de, Şii ve Sünni yapı içinde, bir yandan zahire evirilerek selefi bir ünvanla sürdü. Diğer yandan ise, Batini-ahlakiliğe evirilerek mistik bir ünvanla sürdü…

Son’ İslam Devleti’ Osmanlının yıkılması ile İslam Milleti 2. Büyük kırılmayı yaşadı. Bu defa bu kırılmanın müsebbibi, Gayri Müslimlerdi.

İslam Milletini siyasi iktidarda, ruhani unvan olarak temsil eden son ‘Halife’de hayattan çekilmiş, son ‘İslam Devleti’ de yıkılmıştı.

Peygamberlerin ‘Tevhid geleneği olan İslam’ üzerinden tevarüs ederek gelen insanlık tecrübesi böylece yerini, altın buzağı ile temsil edilen, Yahudi&Hiristiyan dünyevi geleneği üzerinden tevarüs eden beşeri yapıya bırakmış oldu.

Bu ikinci kırılma, yalnızca günlük yaşam tarzı-İslami kültürümüzün oluşturduğu örfü tehdit etmekle kalmadı. Ontolojik/varlık algımızın da parçalanmasına sebep oldu. Yenilgi psikolojisi, münferit kompleksler ağı örerek hepimizi tutsak etti.

Siyasi olarak bizi sahne dışına itmekle kalmadılar, şahsiyet olarak da sahneden çıkararak, edilgen bir şey durumuna düşürüldük.

Bizi bir eşya gibi tanımladılar. Bütün bir hayati tecrübemizi, ölü- kültürel bir meta haline dönüştürdüler.

Yeni bir hayat tevarüs ettirme aklımızı-irfanımızı- yetilerimizi-algılarımızı bu ölü-kültür içine hapsettiler ve bu ölü-kültürümüzü bir hakikatmiş gibi algılattılar.

Mezhepler/Tarikatlar/Cemaatler/Vakıflar/kuruluşlar ‘DİN’ haline getirildiler.

Alimler/Mütefekkirler/Müfessirler/Şeyhler, Alemlere Rahmet olarak gönderilenin yerini aldılar. Hükümle yöntem, anlayışlarla ‘Din’ yer değiştirdiler.

Allahın elçisi artık bir rol modelinden ibaretti, ‘Şehadet’ gibi ilahi ihsanlar bir markaydı. Bu mantık içinde kendimize dair, cemaatti/Vakıftı/dernekti/Örgüttü, her ne ürettiysek onların işine yaradı.

Bu kurulu çarkın içinde, bu mantık üzere bizi oturtmuş oldukları paradoksun, hangi ucunda olursak olalım, yaptığımız tüm eylemlerimiz, onların varlığına hayat verdi…

Son kavramsallaştırması olan ‘Küreselleşme’ sistemi, bizi bütün bir insanlıkla beraber kitleler halinde tüketim toplumuna dönüştürdü.

Bireyleri birer ‘hayvan’ olan bir tüketim toplumunun edilgen, güdülen unsurları haline dönüştük.

Hayat-ölüm-varlık, algımız-anlayışımız, hayal ve tasavvurlarımız, insanlık olarak, içinde bağlı tutulduğumuz bu kocaman ahırın sınırları ve sıcaklığı içinde kaldı.

Bu ahırda sağlıklı yaşam bir ibadet halini aldı.

Bir kısmımız, yüklediği özel anlamlar ile sembolik bir ‘Hilafet’ peşindedir.

Yine bir kısmımız, evanjelist ve liberal etkilenmeyle ‘Kutsal kitap’a dönüş gibi nev- zuhur bir histeriyle kitap merkezli, elçiyi postacıyla özdeşleştiren ütopik bireysel ve modern bir din’in icadı peşindedir.

Bir bölümümüz, ehli küffar eliyle geliştirilen teknolojinin kadim geleneğimizi sürdürmenin önündeki en büyük engel olarak görüp, değişip dönüşmemek için kafasını düşünceye gömmüş, bedeni AVM’lerde dolaşmakta.

Tarikat geleneğini sürdüren birçok ocak, artık yalnızca turistlerin dikkatini celbeden folklorik ritüellerden ve zikir temrinleriyle kominal iletişimi tercih etmiş, kermes düzenlemekten başka ‘Salih amel’ üretemeyen topluluklar haline gelmiştir.

Ehli Küffar, İslam Milleti ve coğrafyası üzerinde, cereyan eden bitmez tükenmez, işgal- hile-desise, plan-stratejileri ve bunların doğurmuş olduğu zulüm ve kaotik ortam içinde bizi tutarak, mezheplerimize tekbir getirterek birbirni boğazlatarak, sömürü düzenlerini devam ettirmektedir.

İslam Milleti’nin yaşadığı kırılmayla, 1. Dünya savaşıyla birlikte, İslam coğrafyasının yağmalanmasıyla devam eden süreçte, proje olarak üretilmiş yoğun kültürel tarih ile birleşince, inanılmaz ve anlaşılmaz bir şekilde aynı kavramsal dili kullanmasına rağmen birbiriyle iletişim sağlayamayan bir tüketim toplumu haline dönüştük.

Özetle, biz Müslümanların, şu yaşadığımız çağda, hayata dair, tek tek insanların ve toplumların sorunlarıyla ilgili söyleyebilecekleri bir cümleleri yoktutr. Söyleyebildiğimiz tek şey ölülerin tarihi ve kültüründen ibarettir.

Coğrafyamızın kaotik ve anarşik ortamından daha derin ve daha acımasız, ruhen ve aklen bir kaotik ortamda bulunmaktayız. İslam coğrafyasının yaşadıkları, enfusumuzdaki kaotik ve bunalımın bir tezahüründen başka bir şey değildir.

Modern zamanlarda, tarihe ve yaşadıklarımıza şahitlik eden sıradan bir Müslüman olarak şu önemli noktanın altını çizmeyi bir kulluk vecibesi sayıyorum:

1-Bütün mezhepler-tarikatlar, âlimler-şeyhlerin önemi, ancak yöntem olarak sarahaten bizi Peygamberimiz efendimiz (SAV) ‘in ahlak ve yöntemine bağladığı kadardır. Bu önemden öte bir kutsiyet ve ismet sıfatı atfedilemez.

2-Kitabı Kerimin en Kamil müfessiri Peygamberimiz efendimiz (SAV) ‘dir. Kur’an-ı Kerimin en mütekâmil tefsiri Peygamberimiz efendimiz (SAV)’in hayatıdır.

Allah’ın kopmaz bağı/Ürvetül Vuska, ne mezheplerimiz,ne tarikatlerimiz, ne cemaatlerimiz, ne alimler, meşayih ve mütefekkirlerimizdir. Allah’ın Kopmaz bağı, ilk kırılmadan itibaren uydurulmuş kültürümüzün örttüğü, Alemlere rahmet olarak gönderdiği O kutlu elçinin Ahlak ve yöntemidir.

Mezhep ve Cemaatler, istişareyi ortadan kaldıran, aziz islam milletinin vahdeti önüne bariyer koyan birer tefrika aracı haline getirilmiştir.

3-O Kutlu elçinin veraseti ancak, onun ahlakı üzere ahlaklanmış ve onun yöntemini kavramış ve meşveret üzere olan âlimlerce sürdürülebilir.

Bu bağlamda nefislerimizde olanı, İslam Milleti olarak değiştirinceye kadar, ‘Hilafet’ makamı kişisel bir makam değil ancak kurumsal bir makam olarak tasavvur edilmelidir…

Son’ İslam Devleti’ Osmanlının yıkılması ile İslam Milleti 2. Büyük kırılmayı yaşadı. Bu defa bu kırılmanın müsebbibi, Gayri Müslimlerdi.

Bu ikinci kırılma, yalnızca günlük yaşam tarzı-İslami kültürümüzün oluşturduğu örfü tehdit etmekle kalmadı. Ontolojik/varlık algımızın da parçalanmasına sebep oldu.

Bizi bir eşya gibi tanımladılar. Bütün bir hayati tecrübemizi, ölü- kültürel bir meta haline dönüştürdüler.