“Modernitenin temel özelliği, akılla önyargılarımızı yok edebileceğimiz ve dolayısıyla mutlak hakikate ulaşabileceğimiz iddiasıdır. Bu iddia, hem insanı merkeze alıyor, hem de akla çok önemli bir güç atfediyor. Bu anlayış insanın tarihselliğini ortadan kaldıran bir şey; yani akılla biz tarih dışı bir bakış açısıyla evrensel doğruları ve mutlak hakikati yakalayabiliriz fikri. İlerlemeci tarih anlayışı bile aslında bu düşünce yaslanmakta.”

Neye tekabül ettiği konusunda kafaların yeni yeni berraklaşmaya başladığı bir mefhum/süreç olan modernliğin hayatın her alanına sirayet ettiğini tekrar etmeye lüzum yok sanırım. Tabi bu berraklaşma ona karşı bir tavrı da henüz filizlendiriyor. Evvela sos­yal boyutuyla belirlen köy/kent yaşamı nok­tasında kentlerin lehine bir dönüşümü ifade eden modernleşme, 19. Yüzyıl’dan itibaren az sonra sıralayacağımız diğer boyutlarıyla bugün tüm küre üzerinde tesirini hissettir­mekle kalmamış, aynı zamanda geçirdiği süreçlerin bir sonucu olarak da toplumları tektipleşmeye doğru sürükleyen bir unsur olarak belirmiştir. Endüstri devrimi ile bera­ber fabrika merkezli şehirlerin oluşması yeni bir toplum yaşamını beraberinde getirmiş ve bugünkü kentlerin oluşumuna ilham kaynağı olmuştur modernite.

Meselenin anlaşılmasının nasıl bir dünyada nefes alıp verdiğimize dair kanaatin oluşması adına elzem görüyorum, dolayısıyla da mo­dernleşmeyi oluşturan ana amilleri topyekün analiz etmek ve tasnif etmek bir zaruret olarak karşımızda duruyor.

Toplumsal anlamda büyük bir dönüşüme işaret eden modernleşmenin en önemli bir diğer ayağı ekonomik bir boyut taşıyan ve açıklıkla kapitalizm olarak ifade edebileceği­miz sistemdir. Sınırsız sermaye birikimi veya bireysel mülkiyetin esas alındığı bu sistem bugün bankacılıktan uluslararası ticarete kadar hemen her alanda kurumsallaşmış ol­masıyla birçok şeyi içine almış ve yaşıyoruz.

Kültürel bağlamda ise aydınlanma, reform, rönesans gibi süreçlerin aklı merkeze alan, seküler bir bilinci -bilinç kayması da diye­biliriz- ortaya çıkaran modernite, yeni bir ‘aydın’ sınıfı meydana getirmesi ve dahi en­telektüel dünyanın da bu boyayla boyanması neticesi öncekilerden ayrışan yeni bir şey olduğunu tescilledi. Bilhassa pozitivizmin vaazları beşer aklının kudretine atıf yapıyor ve insan aklı merkezli bu fikir dini/”tanrıyı” hayatın dışına itiyordu. İlerlemeci yeni sosyal bilimlerin de oturduğu adres burasıydı.

Tabi saydığımız tüm bu nitelikler, işin siyasi boyutu olan ulus-devlet tasarımıy­la karşımıza çıktı ve bugün “uluslar”arası ilişkiler dediğimiz kalıbı da meydana getirdi. Feodaliteden ulus formuna geçiş sancılı ve ağır faturaları bakımından da tarihi bozan bir şeye dönüştü desek yeridir. Buraya kadar özetlediğimiz şey modernitenin ne olduğu sorusunun cevaplarıdır.

Zaman algısından doğaya, öte dünyadan insanın yerine kadar pek çok noktayı kapsa­yan genişlikte bir alanda yeni cevaplar verme iddiası ise bugünün insanını şekillendiren ‘modern insanı’ doğuran temel motivasyon kuşkusuz. İşin bizi daha çok ilgilendiren tarafı ise batı dışı toplumlara etkisi bağlamın­da İslam dünyasına yansıması elbette. Belki de en somut örnek olarak Osmanlı tecrübesi üzerinden gidersek karşılaşacağımız tablo hikayenin nasıl evrildiğini, nereden nereye geldiğini gösterir mahiyettedir.

Düşmanın modele dönüşümü

Özellikle 17-18. Yüzyıllarda kapitalistleş­meye başlayan sisteme bir çevre ülke olarak entegre olmaya başlayan Osmanlı, ekono­misinde ciddi sıkıntılarla boğuşmak zorunda kalıyor. Sonrasında askeri/teknolojik nok­tadaki yenilgiler ardı ardına gelmeye başla­yınca düşmana öykünme ve onun meydan okumalarına karşılık verme arzusuna dönüşü­yor. Bu meyanda birtakım aydınların batıya gönderilmesi bilginin transferini sağlamaya yönelik adımlar olarak kayda geçiyor. En temelde beliren slogan ise batının silahı ile silahlanma. Fakat tüm gelişmeler batılılaşma ile modernleşmenin eşitlendiği bir anlayışa doğru evrilince kopmalar başlıyor.

16.Yüzyıl’a kadar uzandığımızda Osmanlı devlet aklının dünyanın köklü bir değişime gebe olduğuna dair bir kanaat geliştirdiğini söyleyenler vardır. Seferlerin batıdan doğuya doğru kayması da bunun delili hükmündedir.

Askeri ve siyasi önlemler çerçevesinde 17- 18. Yüzyıllarda askeri yeniliklerin yapılması Osmanlı sistemindeki değişikliğin en önemli örneklerindendir. 19. Yüzyıl’a gelindiğinde bambaşka bir ilişki kuruluyor batıyla. Özel­likle II. Mahmut dönemi somut olarak ciddi kırılmaları ifade eden bir süreç olarak kayde­diliyor tarih sayfalarına. 1826 yılı Osmanlı için modernleşme anlamında bir milat kabul edilebilir. Bu tarihte Yeniçeri Ocağı’nın lağ­vedilmesi askeri sistemdeki dönüşümü ifade etmekle kalmaz aynı zamanda devlet aklının da artık hangi istikamette düşündüğünü açık eder. Batının hücumu karşısında alınacak pozisyonlar tartışılırken öncesinde geleneksel yapıyı tahkim etme, mevcut yapıyı ıslah etme düşüncesi söz konusuyken 1826 ile birlikte geleneksel kimlikle/yapıyla yol alınamayaca­ğı öne çıkan fikir olmuştur. Devletin bekası için batı tipi bir yapının tesis edilmesi kanaati güçlenmiştir. Koçibey Risalesi, yapılan çalışmaların ne anlama geldiğini anlatması bakımından dikkate değer niteliktedir.

Osmanlı ülkesindeki askeri/siyasi yapının modern anlamda dönüşümü devam ederken batılı devletlerin sömürgecilik üzerinden var­lıklarını koruma yoluna gitmeleri bu dönüşü­me ilişkin yaklaşımlarda köklü bir değişiklik oluşturdu. Sömürgecilik vasıtasıyla Avrupa ile tanışma hasıl olunca, onun modernlik adına sunduğu çözümlerin de kendi toprak­larını işgale uğratacak olan bir şey olduğu anlaşıldı. Modernleşmeye ilişkin, geniş bir coğrafyayı ifade eden İslam dünyası için homojen bir cevap vermek hayli zor. Avrupa ile karşılaşma bağlamında hem dönemsel ve hem kurumsal anlamındaki farklılıklardan ötürü ve hem de geçirilen tecrübe bakımın­dan pek çok çeşit cevap bulunabilir. Kuzey Afrika ile Hindistan ile Mısır ile Osmanlı ile bu anlamda modernleşme açısından çok farklı şeyler söylenebilir. Buradaki belirleyici anahtar kelime ise sömürgedir.

Zihinsel dönüşüm

Avrupa’nın güçlü meydan okumasına karşılık Osmanlı’da modernleşmenin başla­dığını ifade ettik. Evet, askeri olarak cevap verme arzusu hakimdi ancak zamanla işin kültürel boyutları daha öne çıktığı için -başka bir ifadeyle daha önemli olduğu anlaşıldığı için- kurulan iletişimin dili de motivasyonu da değişti. Bu anlamda batıya karşı verilecek cevaplar arasında kavramları aklileştiren modernist Müslüman aydınların yanı sıra gelenekselci ve selefi aydınların da mücade­lesi söz konusuydu artık. Kavramları aklileş­tirmek buradaki en önemli zihinsel kırılmayı ifade ediyor kanımca. Zira modernizmin rasyonalite eksenli bakışının İslam düşünce­sine ilk sirayetiydi bu. Sonrasında, belki gü­nümüze kadar uzanan süreçte dahi aynı zihni arızalı anlayışlarla savaşmak zorundayız.

Modernitenin temel özelliği akılla önyar­gılarımızı yok edebileceğimiz ve dolayısıyla mutlak hakikate ulaşabileceğimiz iddiasıdır. Bu çok önemli çok çarpıcı bir iddia. Hem insanı merkeze alıyor hem de akla çok önemli bir güç atfediyor. Bu anlayış insanın tarihselliğini ortadan kaldıran bir şey; yani akılla biz tarih dışı bir bakış açısıyla evrensel doğruları ve mutlak hakikati yakalayabiliriz fikri. İlerlemeci tarih anlayışı bile aslında bu düşünce yaslanmakta.

Sözünü ettiğim düşünce İslam dünyasında kabul görmeye başladıktan sonra herme­neutik boşluk denilen bir problem ortaya çıktı. Yani biz 21. Yüzyıl’da yaşıyoruz, ama Kur’an 1400 küsur yıl önce inmiş, dolayı­sıyla aramızda bu kadar yıllık bir boşluk var. Yani tarihsel bir boşluk söz konusu. Biz bu boşluğu tarihselliğimiz kabul etmiş olsak aşamayacağımızı biliriz. Fakat modernite İslam dünyasında akılla bunu aşabileceğini Müslüman aydınına kabul ettirmiş durum­daydı. Buradaki boşluğu nasıl aşacaksınız sorusuna verilen çeşitli cevaplar var. Bunlara yakından bakmayı deneyelim.

Verilen cevaplardan ilki modernistle­rin verdiği cevap. Nedir o? Modernite ile İslam’ın aslında uyum sağladığı etrafında dönen cevaplar bunlar. Bu çerçevede örne­ğin demokrasi ile istişareyi eşitleme yoluna gidilmiş, bahsi geçen boşluğu aşmak için modern kavramları 1400 yıl öncesine taşıya­rak bir özdeşleştirme yapılmıştır. Anakronik bir okuma yapılmış oluyor tabi burada.

Buna mukabil selefi anlayış da modernliği reddederek 1400 yıl öncesine giderek İslam’ı ilk şekliyle yaşama anlayışını benimserken bir anlamda boşluğu aşma/atlama anlamında tersine bir durum oluştursa da modern bir düşüncenin çevresinde kalıyor. Kendi tarih­sellikleri içindeki önyargılarını o kavramlara yükleyerek fakında olmadan modern bir anlayışa girmiş oluyorlar.

Bu açıdan bakıldığı zaman fundamentalist hareketlerin zihin dünyalarını incelemeye değer buluyorum. Gelenek bu her iki grup için de ayak bağı olarak görülüyor.

Burada da üçüncü bir ekol olarak geleneğin verdiği cevaplara bakmak gerekiyor. Gelene­ği önemli bir imkan olarak kabul edip, temel kaynakların anlaşılması noktasında alan açar görüşü gelenekçilerin en temel düşüncesidir. Bununla beraber es geçilen nokta gelenek dediğimiz şeyin de tarihsel bir durum olduğu.

Şüphesiz burada geleneğin kendisinden mi yoksa icat edilmiş bir gelenekten mi söz ettiğimiz muamma zira bunu belirleyen para­metrenin modernite ile ilişkisi net bir şekilde ortaya konulmuş bir şey olmalı.

Yukarıdaki üç görüşte de temel bir varsa­yım hakim. İnsanın tarihselliğini aşabileceği düşüncesi ile belli kavramların tarihsel oldu­ğunu yok sayma fikri.

Netice itibariyle olabildiğince açık bir şe­kilde izaha çabaladığım modernitenin öyküsü ve yaşattığı kırılmalar günümüzde geçerlili­ğini koruyor. Bununla yüzleşmek ise Müs­lümanlar adına hayati bir mesele. Omurgası belli olan ancak maddi güç üzerinden kendi kıtasının dışına taşarak içimize evimize kadar sirayet eden bu şey her dört boyutuyla da ar­tık tartışmaya açılsa da henüz alt edilebilmiş değildir. Değişik bir versiyonu olan postmo­dernite ise daha esnek haliyle cazip görünse de tahlile, tetkike muhtaç bir unsur olarak durmaktadır.