En altta fiziki ihtiyaçlar; nefes alma, yeme içme, cinsellik, sağlık…

Maslov’un Temel İhtiyaçlar levhasına bakıyorum…

Bizim parayı bulan gazetecilerimize levhanın alt kısmından üst katlara çıkarken acayip haller oluyor…

Bir yerinde duramama, bir geldiği yere dudak bükme, bir yumurtadan çıkmış kabuğunu beğenmemiş halleri…

Anadolu’dan tahta bavul, dar ceketle hangi manevi değerler ve dava uğruna yola çıktıklarını, bir zamanın ruhu fiyakasına unutuverme krizentellektüelleri…

Kamera karşısında ellerini nereye koyacaklarını şaşırdıkları, göğüslerini lap diye masa üstüne bırakarak siyasi, sosyal, stratejik ve diyalektik analizler yaptıkları günler geride kalıp, ‘aranan uzman’ olduktan kelli, akşam nerede, ne yeriz, nargileyi nerde içeriz, iki sohbetin ve bir geyiğin belini nerede kırarız günlerinin manikür, pedikür rüzgârına kapılmalar.

Levhanın ikinci kısımda; iş, aile, sağlık ve mülkiyet güvenliği…

Haa, çok mühim…

Alt kısımda bu kadar uzun süren bekleyişin sebebi dava filan değilmiş..

Aldıkları yüz bin lira maaş ile evet, mülkiyet güvenliğini garantileme telaşıymış.

Diyorlar ki ‘bazılarının aldığı maaşla bir gazete kurulur…

Parayı istifleyince başlıyorlar mevcut durumu, siyasi kararları yani Reis’i sorgulamaya…

Parasız memleket meseleleri veyahut Reis mi sorgulanırmış?

Entel dediysek, entelijansiya değillerdi ya…

Üst basamaklarda artıyor sorgulama işleri; Özgüven, saygı duyulma ve kendini gerçekleştirme…

Diyesiyeler ki, ‘Kazandık amma kimse bize saygı duymadı, fikirlerimize önem verilmedi, özgüvenimizi iğdiş ettiler, beynimizi şapşapladılar’

Film burada kopuyor…

Reis’in bir işareti ve himmetiyle makamı ve parayı bulan gazetecilerimiz kendilerini gerçekleştirmeyi Reis’e saldırmak sanıyorlar!

Sanmıyorlar, şartlanmışlıkları öyleydi; fırsat kolluyorlardı…

Her neden ve nasılsa pıtırak gibi, aynı anda ortaya çıkıveren yabancı medya gruplarının siyosu, yeni siyasi oluşumların akıncı beyi, muhalif bir mevkutenin köşe yazarı olunca başlıyor kendini gerçekleştirmeler…

Gittikleri yerde öncekiler kadar çok paralar kazandıklarını, büyük maaşlar aldıklarını sanmıyorum.

Biriktirdikleri onlara bir ömür yeter…

Olmadı araba koleksiyonlarını satsınlar…

Zaten bir dünya görüşleri yoktu, davaları da yoktu, beşten büyük dünyaya, liberal kapitalist sistemin karşısına koyabilecekleri kendilerine has ve hususi teklifleri yoktu.

Olsaydı gitmezlerdi; öğrenci evlerinde bol ekmek ve sulu çorbaların altına serdikleri yerli ve milli gazetelere ihanet sayarlardı gidişlerini…

Gittiler lakin aynı cephedeyken bize gösterdikleri hedefler olduğu gibi duruyor.

Biz şimdi o hedeflere sağımızda ve solumuzda bıraktıkları boşlukların arasından ateş ediyoruz.

Dilimizde bir A. Can Akyol şiiri;

“…Fırtınadan ve tufandan bir biz kaldık, bir de duman. Masal değildi yaşanan, şahidimiz oldu zaman.

O sezişi eskiden, o gidişi meçhulden, savruk bir telaşın girdabına girdiler.

O büyük konuşanlar, o mağrur duruşanlar, dev gibi vuruşanlar şimdi nerdeler?… ”