Şiir geldi kelimeye dayandı…

Cemal Süreya’nın, “Çağdaş şiir geldi kelimeye dayandı” demesinden klasik şiirde kelimenin gücünün dışlandığı anlamı mı çıkarmalıyız? Her halde öyle değil.

Çünkü ‘Folklor Şiire Düşman’ yazısının devamında resim üstüne söylenilenleri şiire uygulamakta bir sakınca görmeyerek der ki: “Şiirde asıl olan ‘hikâye etmek’ değil, kelimeler arasında kurulacak ‘şiirsel yük’tür”

Doğrudur, şiirde esas olan hikâye değildir. Ama bu demek değildir ki şiirde hikâye yoktur. Mesela Akif’in şiirlerinde hikâye bütün ağırlığını hissettirir.

Bana ‘şiir nasıl şiir olur’ meselesinde en kolay usul olarak, en zor olan daha makul gibi geliyor.

Bir sanat eseri, tamamlanması boyunca ilhamını bütün sanat dallarında sarkıtabilirse daha sağlam ve daha sanatkârane olur.

Şöyle ki, şiir, bir mimari, bir resim, bir müzik ihtiva ediyorsa yani şiiri okurken gözümüzün önünde, zihnimizde ve elbet kalbimizde diğer sanatlardan bir beliriş, suret, bir renk bulabiliyorsak şiir oluş vasfını layıkıyla kazanıyor demektir.

Aynı şekilde mimari de şiir ve musiki ihtiva etmelidir ki sanat eseri haline gelsin, sanat eseri olarak kalabilsin.

Şiir ile matematiği yan yana getirmek; birbiriyle alakasız iki şeyi, elma ile armudu toplamak gibi tasavvur edilebilir ilk başta.

Ve fakat bütün bilimlerin ve sanat dallarının bir dili olduğu gibi matematiğin de bir dili vardır; sayıların dili, geometrinin dili, uzayın dili…

Şiirde matematik bir sonsuzluk hissi tedai ettirirken, bir yandan da sınırlı olmayı, sınırda durmayı ve disiplini ikaz eder.

Nihayetinde her şeyde olduğu gibi şiir de bir terkip meselesidir.

Ne kadarı müzik ne kadarı resim ne kadar mimari; kelimelerin riyaziyesiyle birlikte anlam sonsuzluğu…

Mana ve mazmun ahengi…

‘İçimden geldiği gibi yazdım’ diyenler ile cümleleri rastgele yan yana ve alt alta dizerek tesadüfi bir şey peşinde koşanların şiiri çekirge sıçrayışı misali…

‘İçimden geldiği gibi yazdım’ ve ‘sonra gargara yaptım’ diyerek kelimelerden tombala çeker gibi şiir yazmaya yeltenenleri ıslak odunla dövmek gerek.

Şiire böyle yaklaşmak, en başta bir şiir kumaşının varlığını tartışılır hale getireceği için toptan ve kökten yanlış, sakat ve hatalıdır.

Şiir en başta bir mesele, bir tarz, edep ve adap işidir.

Şiiri üzerinde düşünmeden, içinden geldiği gibi yazıp bunu şiir sanan en başta edep yoksunudur.

Madem edebiyat edep kökünden geliyor, edebiyatçı en başta edep sahibi olmalı.

O halde önce, ‘Kelimeler arasında kurulacak şiirsel yük’ üzerinde düşünelim.

Ve Necip Fazıl’ın poetikasındaki, “Arı bal yapar, fakat balı izah edemez. Ağaçtan düşen elma da arz cazibesi kanunundan habersizdir.

Şairi, cemat, nebat ve hayvandaki vasıflar gibi, kendi ilim ve iradesi dışındaki içgüdülerle dış tesirlerin şuursuz âleti farz etmek büyük hatâ…” sözlerine kafa yoralım.

Şiirde kelime ötesi anlama ulaşmaya gayret edelim.

Son olarak; hoyrat, gümrah, esrik, umarsız, devinim gibi ilk kullanıldıklarında belki yerinde ve iyi, sonrasında tekrarlana tekrarlana folklorlarmış ve ‘içinden incisi düşmüş istiridyeye’ dönmüş kelimeler de düşmandır şiire…