Tarihsel, Kurgusal ve Araçsal Bir Olgu Olarak Şiddet

Modern dönemin en büyük tartışma konularından aynı zamanda tabulaştırılan unsurlarından biridir şiddet. Medya, retorik, silah çeşitliliği gibi etkenler üzerinden değerlendirme yapılabilecek olan şiddet, zaman zaman zor tanımlanan bir olgu olarak karşımıza çıkar. Toplumbilimcilerden psikologlara kadar pek çok akademisyenin üzerine eğildiği şiddet olgusu esasen siyaset biliminin de alanına ziyadesiyle tesir etmiştir. Ben burada özellikle toplumsal şiddet meselesine dair birkaç söz söylemeyi deneyeceğim.

Pekçok formuyla hayatlarımızın bir parçası olan şiddet Dünya Sağlık Örgütü tarafından “fiziksel güç veya iktidarın kasıtlı bir tehdit veya gerçeklik biçiminde bir başkasına uygulanması sonucunda maruz kalan kişide yaralanma, ölüm ve psikolojik zarara yol açması ya da açma olasılığı bulunması” durumu şeklinde tanımlanmıştır. Bu bugünün tarifi tabi. Tarih boyunca ise aynı anlamı taşıdığını söylemek mümkün değil. Tarihi ve terminolojik olarak farklılıklar arz eden şiddet olgusu, genel itibariyle modern öncesi dönemde düzene karşı olma hali olarak özetlenebilecek bir durumdu. Sözünü ettiğimiz geleneksel dönemde daha ziyade toplumsallığın öne çıktığını görmekteyiz. Buna mukabil modern/postmodern dönemde şiddet değişen formuyla politik bir konsepti ifade ediyor.

Modern döneme kadar belli bir coğrafyada görünebilir/dokunulabilir düşmana karşı verilen savaşlar küreselleşmenin de etkisiyle doğrudan görünmeyen ama mutlaka savaşılması gereken unsurlara karşı verilir duruma geldi. Yerleşik düzen, dünyanın efendileri, küresel sermaye gibi tanımlar üzerinden verilen savaş modern öncesi döneme nazaran hayli form değiştirmiş ama sonu gelemeyen bir mücadele biçimine dönüşmüştü. Sonu olmayan, sürdürülebilir kılınan bir şiddet..

Genel bir tanım çerçevesi çizmeye çalıştığımız şiddet olgusunu mefhum-u muhalifiyle anlamlandırmak yerinde olacaktır. Nedir öyleyse şiddetin karşıtı? Şüphesiz sulhu merkeze alan, normal dediğimiz, kanunlara uyma halidir olsa olsa.

Meseleyi tahlili ederken kitle iletişim araçlarının da olguyu nasıl ‘değer’lendirdiklerini görmemiz gerekiyor. Küresel siyaset ve küresel sermayeden bağımsız olmayan medyanın buradaki fonksiyonu kuşkusuz efendilerinin istedikleri biçimde şekilllenmeliydi; öyle de oldu. Spordan sanata pekçok alanda efektif olan olan şiddet, tabiri caizse tepe tepe kullanıldı/kullanılıyor. Habercilik de bence bunun tam ortasındaki yerini almış vaziyette. Haber değeri olmayan şeylerin kamuoyuna servis edilmesi pek de olağan olamaz öyle değil mi(?!) Ancak burada sorulması gereken temel soru, birşeyin haber değeri olup olmamasını belirleyen ölçütün ne olduğudur. Seçici etki dediğimiz bu durumu başka disiplinlerde de görebiliyoruz. Batı tipi tarih kurgusunun da bu saiklerle oluşturulduğunu ifade edip bu bahsi geçelim.

Dinin şiddet ile ilişkilendirilmesi

Uluslararası kamuoyuna bakıldığında dinlerin özelde de İslam’ın şiddet ile özdeş hale getirilmesine dair söylenecek çok şey var muhakkak. Ben burada İslam’ın Arapça barış anlamına gelen slim/selam sözcüklerinden türetildiğini sadece hatırlatarak geçtikten sonra asıl üzerinde durmak istediğim noktaya gelmek istiyorum. Evvela dinler ve savaşlar başlığını tarihsel perspektifle ele alırsak karşımıza çıkan tablo din karşıtlarının hiç de hoşlanmyacakları cinsten verilerle doludur. Yazılan eserler, yapılan araştırmalar ve çıkan istatistiksel veriler bize tarihten bugüne kadar açılan savaşların yalnızca yüzde yedilik (%7) bir diliminin din temelli olduğunu gösteriyor. -Bunların ne kadarı, ne kadar din temellidir, başka saikler bu savaşlara ne kadar etki etmiştir o da başlı başına bir tartışma konusudur. -Sözü geçen savaşlarda oluşan can kayıpları ise sadece yüzde ikilik (%2) bir rakama tekabül eder. Alan Axelrod ve Charles Phillips’in hazırlamış olduğu Savaş Ansiklopedisi’nde yer alan 1763 savaş ele alınarak rakamlar ortaya çıkarılmıştır. 20. Yüzyıla bakıldığında alabildince karanlık ve korkunç bir tablo hakimdir. Bu asır iki büyük cihan harbinin yaşandığı yıllardır ve en çok insanın öldüğü yıllardır ve seküler anlayışın en yoğun olduğu yıllardır.

Yukarıda bahsi geçen batı tipi tarih kurgusunda savaşların tarihinden ibraret bir yazımın tartışılır olması oldukça önemlidir. Zira birçok savaşı pek çok teferruatına kadar yazan bu anlayış, dinlerin savaşları önleme anlamında üstlendikleri misyonlardan söz etmez. Bu tıpkı ‘haber değeri’ gibi arızalı bir bakışın sonucudur.

Kollektif şiddet eylemlerini irdelerken din siyaset ilişkisine yakından bakmanın, özellikle dinler savaşlara gerçekte kaynaklık mı ettiler yoksa/veya çeşitli anlayışlarca dinler savaşlar anlamında mobilize edildi sorusu büyük bir hayatiyete sahiptir kanımca. Politikanın doğrudan devreye girdiği bu meyan insanların hayatlarını ortaya koymalarında temel motivasyon olan dinin, siyasal aygıtlar marifetiyle araçsallaştırıldığı gibi bir sonuca bizi pakala götürebilir.

Politik bağlam

Politik taraftarlığın yoğunlaştğı yerde ortaya çıkmasına müsait bir zemin bulan şiddet meselenin varoluşsal bir noktaya kayması sonucunu da doğuruyor. Çünkü toplumsallığın/politik toplumsallığın en önemli unsuru olduğunu düşündüğümüz din, bu anlamda mühim bir işlev görüyor.

Politik toplumsallığı üzerine kurduğunuz şeyi ne ile isimlendirirseniz ve yine bunu ne kadar yoğunlaştırısanız, yaptığınız şiddet eyleminin ya da savaşın adı o oluyor. Bu yalnızca din değil ekonomi, ulusalcılık/milliyetçilik, mezhep gibi pek çok olgu olabilir. Tarihte buna birçok örnek bulmak mümkündür. Burada özellikle altının çizilmesi gereken noktalardan biri de araçsallaştırma bağlamında dini kavramların sekülerleştirilmesi gibi bir olgunun da olduğu gerçeğidir.

İslam’a gelince

Evvela ifade edilmesi gereken, şiddetin en yoğunlaşmış, toplumsallaşmış hali olan savaşa ilişkin bir hukukun ilk defa İslam’la insanlığa geldiğidir. Yeni bir ahlak felesefesi geliştirmiş olan bu hukuk aynı zamanda adaletin gereğini orataya koyma bakımından da oldukça güçlü tezleri/ahkamları barındırır.

Bilindiği gibi ayetlerde cana kıymayı yasaklayan Kuran-ı Kerim savaşmayı makul sebepler dahilinde istisna tutmuştur. Evet İslam’a göre savaş kabul edilemez birşey değildir ancak bu durumu oluşturan makul sebepler hayatiyet taşır; keyfiyetin önüne geçer.

Düşünün “öldürmeyeceksin” kabilinden emirler taşıyan hayat rehberi sadece bu emirden ibaret olsaydı o kitaba inananlar öldürmemek adına herşeye katlanabilrdi. Mutlak pasivizim olarak ifade edilen bu kavramın İslam literatüründe bir karşılığı yoktur. Zira zulme/zalime karşı affeteme gibi bir eylemi de beraberinde getireceği için ahlaki açıdan sorunlu bir durum ortaya çıkabilirdi. Bununla beraber yukarıda zikrettiğim gibi sebepsiz savaşma ve pasivist bir tutumu tercih etmemenin yanı sıra, salt akılcı sebeplerle savaşma halini seçmek yani işin ahlakiliğini elden bırakmak da men edilmiştir. İslam genel itibariyle tehdidin ciddiyetine izafeten bir tavır almayı uygun görmüştür. Kaldı ki bu durum hem makul hem de insanidir. Size karşı bir tehdit bir saldırı varsa, diyalog yolları tükenmişse o saldırıya karşı koymak en erdemli davranıştır. Bu da İslam’ın ahlakının bir sonucudur. Aksi ahlaksızlık olurdu.

Son olarak

İdeolojilerin savaş ve şiddet konusundaki bakışını yeknesak bir biçimde ele almak mümkün değil ama şu kadarını ifade ederek altını çizelim; modern kapitalist akıl şiddeti tabulaştırmıştır. Nasıl mı? İflas ettirin ama öldürmeyin mesajını vererek. Böylece bir meşruiyet aracı olarak şiddetsizliği savunmuş ve son derece istismar etmiştir. Soğuk savaş dönemindeki Vietnam, Afganistan Kore gibi örnekler bunun apaçık kanıtları hükmündedir. Sosyal siyasal teorilerini ellerine geçen ilk fırsatta putlarını yiyenler misali midelerine atan bu akıl ‘önleyici şiddet’ kavramsallaştırmasıyla Körfez Krizinde şiddetin olmadığını ama olabileceğini; nükleer silahların var olduğunu söyleyerek ciddi işgallere girişmiştir. Keza İsrail’in Gazze’ye yönelik politik yaklaşımlarında aynı politik tutumu görmek mümkündür. Bugün intihar bombacılarının dünya gündeminde tutulduğu, sivil hedeflere yönelik saldırıların çoğaldığını iddia edenlerin 2. Dünya Savaşı’nda şehirleri bombaladıklarını asker sivil ayrımını ortadan kaldırdıklarını hatırlamak yerinde olacaktır. Hiroşima, Nagazaki ve hatta Londra..