29 Ekim 2022 tarihinde kaleme aldığım “Neyi aradığını bilmek” başlıklı yazımdan kısa bir hatırlatma yaparak sözlerime başlamak istiyorum. Şöyle demiştik: “İslâm iktisadından kastımız İslâm’ın muhataplarına getirdiği iktisadî hükümler olduğuna göre, bu çerçevenin itikadî hükümler, amelî hükümler ve ahlâkî hükümler arasında olduğu açıktır. O zaman anlarız ki İslâm iktisadî esaslarını sadece fıkıh ilminin konusu kabul etmek, meseleye dar bir pencereden bakarak yolumuzu sınırlayacaktır. Aynısı kelâm ve ahlâk ilminin penceresinden baktığımız zaman da geçerlidir.”

O halde aradığımız nerededir?

Hüccetü’l-İslâm İmam Gazzâli’nin ilim ve amel çerçevesine dair ortaya koyduğu bakış açısı dahilinde yol aldığımızda görüyoruz ki meselenin başı muamele ilmidir. Muamele ilminin amacı zâhirî ve bâtınî ameldir ki İslâm iktisadî esaslarının müfredatı yani mükellef kulların iktisadî amelleri de bu çerçeveye dahildir. Amelin hedefi Allah Teâlâ’nın tecellisi kalplere açık ve seçik olarak yansıyabilsin diye kalbi temizleyerek parlatmaktır.

Bununla beraber Şûrâ Suresi’nin ilgili ayetlerini okuduğumuz zaman İslâm iktisadî esaslarının muamele ilminin genel çerçevesinde kalmak kaydıyla neden müstakil bir yaklaşımla vurgulanmasının gerektiği hususunu açıklığa kavuşturmuş oluruz.

Nitekim Şûrâ Suresi, 26. Ayet’inde buyurulur ki;

“İman edip rızâsına uygun işler yapanların dualarını kabul buyuran ve kendi lütfundan onlara fazlasını veren de O’dur. İnkârcılara gelince, onlar için çetin bir azap vardır.”

Şûrâ Suresi’nin 26. ayetinde Allah Teâlâ’nın, iman ederek rızasını kazanmak amacı doğrultusunda gayret gösteren kulların dualarını kabul buyurduğu ve lütfundan bu kullara fazlasını verdiği, ancak inkâr eden kulları ise şiddetli bir azabın beklediği vurgulanmaktadır.

Nitekim Şûrâ Suresi, 27. Ayet’inde buyurulur ki;

“Şayet Allah kullarına rızkı bol bol verseydi yeryüzünde taşkınlık ederlerdi; ama O dilediği ölçüye göre vermektedir. Çünkü O kullarının durumunu çok iyi bilmekte ve görmektedir.”

Şûrâ Suresi’nin 27. ayeti dünya hayatındaki nimet ve imkânların kullar arasında hangi ölçüte nisbet edilerek paylaştırıldığına açıklık getirmekte böylece 26. ayetin içeriğinde vurgulanan mesajın, Allah Teâlâ’nın iman ederek iyi işler yapan kullarına lütfundan fazlasını vermesine ilişkin ifadenin, zihinlerde doğru şekilde kavranmasına vesile olmaktadır.

Şayet Allah Teâlâ, dünya hayatında bütün insanlara zekâ, sağlık, yetenek vb. nimet ve kaynakları bol ve eşit bir şekilde vermiş olsaydı yeryüzünde birlik, dirlik ve düzenden söz edilemezdi. İnsanlar beceri geliştirmek için kaygı taşımaz, düzenli bir çalışma hayatı, istihdam ve maddî imkânların pay edilmesi adına bir denge ve sistem arayışı (mesela iktisat ilmi) olmaz sonuçta medeniyet ve devletler kurulmazdı.

Bu noktada kulların iyi ve kötü kriterine göre rızıklandırılması söz konusu olmuş olsaydı insanların (dünya hayatı) yaratılış amacı hasıl olmayacak, yaşam ve ölümün varlık sebebini yansıtan sınav ortamı teşekkül etmeyecek böylece dünya hayatı anlamını yitirecekti. Sonuç olarak kulların her türlü durumunu bilen ve gören Allah Teâlâ, imkân ve kaynakları dilediği ölçüye göre bahşeder ki bu ölçüyü beşer nezdinde idrak edebilmek mümkün değildir. Bu noktada kulun görevi makāsıdü’ş-şerîa bağlamında dünya ve âhiret mutluluğunu sağlayacak nimetleri elde edebilmek adına elinden gelen bütün çabayı göstermek ve kendine Allah Teâlâ tarafından bahşedilen nimetleri en iyi şekilde değerlendirmektir.