Abartmayı ne kadar da çok seviyoruz.

Büyütmeye, olduğundan daha fazla göstermeye dönük ne kadar da çok gayret içerisindeyiz.  

Ve en kötüsü de bunun alıcısı, izleyicisi ve takipçisi olmak.

En acısı da hamasete prim vermek.

Hamasete prim verenlerin sayısı o kadar çok ki!

Tek sermayeleri hamaset ortaya koymak olanlar, izleyicileri olduğu müddetçe işlerini sürdüreceklerdir.

Tamam, coşkulu ve heyecanlı bir milletiz; hisleri güçlü bir topluluğuz.

Tamam, coşku ve heyecan olmadan olmaz.

Lakin aklın, düşüncenin, plan ve projenin, stratejinin hiç mi önemli yok?!

‘Olması gereken’i konuşmayacak mıyız?

İleriye dönük hesapları ne ile yapacağız?

Hamasetle mi?

‘Olması gereken’i konuşan yok.

Haydi haksızlık etmeyelim, yok denecek kadar az.

Onların da sesi, hamasetle konuşanların yanında çok cılız kalıyor.

Hamasetle konuşanlar hislere hitap ediyor.

Çünkü böyle yaptıklarında daha fazla alkış topluyorlar.

Bizim sorunumuz duygusal olmamak değil ki?!

Çok hisliyiz ama çok az akli hareket ediyoruz.

Emeğin, adamlığın, doğru ve düzgün olmanın, heyecanlandığımız şey kadar kıymeti yoksa, ne adına, niçin heyecan rüzgârına kendimizi kaptırdığımızı oturup düşünmek icap eder.

Öyle ya, ‘olması gereken’ kimin umurunda?

Öyle değil mi?!

Bırak coşkuya, bırak heyecana kendini, gitsin gittiği yere kadar.

İşler böyle gitmiyor işte.

Mesele ‘olmak’ değil, ‘görünmek’ ve ‘göstermek’ olunca, vitrini ne kadar çok güzel düzenlerseniz ne kadar çok ışıklarla süslerseniz o kadar alkış alıyorsunuz.

Dükkânın arkasının berbat olması, bakılacak kıymete sahip olmaması kimin umurunda?

Alkışlar hamaseti daha da çok coşturuyor.

Alkışlar ve övgüler hamasete, hamaset alkışlara karışıyor.

Hamaset tam da tribünlere oynamak, izleyenleri etkilemek ve coşturmak maksadıyla şov yapmak.

Hamasetin anlam alanına cesaret ve kahramanlık kelimeleri de giriyor.

Cesaret de kahramanlık da tasvip edilen, övülen güzel hasletlerden.  

Cesaret de kahramanlık da heyecansız, coşkusuz olmaz.

Buna da eyvallah.

Lakin tüm sermayesi heyecan ve coşku olan, perde gerisinde ciddi ahlaki sıkıntıları bulunan kimselerin estirdiği coşku rüzgârı kimi nereye götürür?

Kendi kendimizi avutmayalım.

Kendi kendimizi avutacak lükse sahip değiliz.  

Birilerine had bildirmenin, bazılarına ağzının payını vermenin ne cesaretle ne de kahramanlıkla bir ilgisi yok.

‘Ver mehteri, ver coşkuyu’ mantığı ile bir arpa boyu ilerlemek, gelişmek mümkün değil.

Daha kalıcı, daha sistematik, daha plan ve projeli, daha uzun vadeli ve stratejik adımlar atılmadığı müddetçe ne bireysel ne de toplumsal gelişmemiz bihakkın mümkün olacak.

İşlerimizin yoluna girmesi hamasetle değil, hasbilik ölçüsü içerisinde, görünme kaygısı gütmeden ortaya proje koymak, değer üretmek, emek koymakla olur.

İçerisinden kahramanlar çıkarmış bir toplum hamasetle alınacak yol olmadığının farkına varıp ne hamasete ne de bunu meslek edinene prim vermemelidir.