Batı iktisadını konu edinen kitapların giriş cümlesi “sınırsız ihtiyaçların sınırlı kaynaklarla karşılanması” şeklinde klasikleşmiş bir cümle ile başlar. Oysa bu düşünce yanlışlıktan ibarettir.
İbrâhîm Suresi 34. ayetine bakalım,
“O size istediğiniz her şeyi verdi. Allah’ın nimetlerini saymaya kalksanız başa çıkamazsınız. Şu bir gerçek ki insanoğlu çok zalim, çok nankördür.”
Ayetin içeriğinde Allah Teâlâ’nın insanlara istedikleri herşeyi verdiği ve bu nimetlerin sayılamayacak kadar çok olduğuna dikkat çekilmektedir.
Bir de Şûrâ Suresi’nin 27. ayetine bakalım,
“Şayet Allah kullarına rızkı bol bol verseydi yeryüzünde taşkınlık ederlerdi; ama O dilediği ölçüye göre vermektedir. Çünkü O kullarının durumunu çok iyi bilmekte ve görmektedir.”
Ayet önemli bir gerçeğe dikkat çekmektedir. Buna göre Allah Teâlâ, dünya hayatında bütün insanlara nimet ve kaynakları bol ve eşit bir şekilde vermiş olsaydı yeryüzünde düzenden söz etmek mümkün olmayacaktı. İnsanlar beceri kaygısı taşımayacak, düzenli bir çalışma hayatı, istihdam ve maddî imkânların pay edilmesi adına denge ve sistem arayışı yani iktisat ilmi ortaya çıkmayacaktı.
Burada önemli bir meselenin açıklığa kavuşması gerekir.
Öyle ki İbrâhîm Suresi’nin 34. ayeti ile Şûrâ Suresi’nin 27. ayeti çerçevesinde delillendirdilen hususun ilk bakışta çeliştiği düşünülebilir. Ancak durum öyle değildir. İbrâhîm Suresi’nin 34. ayeti çerçevesinde vurgulanmak istenen hakikat “yeryüzündeki kaynakların, insan ihtiyaçlarına göre sınırlı olmadığı” yönündedir. Ancak dikkat edilmesi gereken nokta bu iktisadî kaynakların elde edilmeyi başka bir deyişle insan emek ve müdahâlesini gerektirdiği gerçeğidir. O halde Şûrâ Suresi’nin 27. ayeti çerçevesinde vurgulanmak istenen mesele, maddî kaynakların elde edilen (edilmiş) miktar itibariyle ihtiyaçlara göre sınırlı kaldığıdır.
Özetle bu durum, sınırlı iktisadî kaynakların, belirli kurallar çerçevesinde değerlendirilmesini gerekli kılmaktadır ki bunu iktisat ilmi olarak adlandırabiliriz.
Kulların iktisadî amellerinin mahiyetini yani iktisat ilmini iktisat teorisi, iktisadî düşünce tarihi ve iktisat tarihi şeklinde üç çerçevede inceleyebiliriz. Çünkü şer‘î deliller çerçevesinde ortaya konan iktisat teorisi beraberinde düşünsel bir birikimi (iktisadî düşünce tarihi) ve tarihî bir tecrübeyi (iktisat tarihi) getirmektedir.
Bugün Diriliş Postası Gazetesi’nde köşe yazısı yazmaya başlamamın tam ikinci yılı geride kaldı. Bugüne kadar yazdığım yazılarda iktisat ilminin teorik çerçevesini (iktisadî esaslar) elimden geldiğince anlatmaya çalıştım. Bu yazımdan itibaren Allah Teâlâ izin verirse iktisadî düşünce tarihi anlatmaya başlayacağım.
Bunu yaparken eserler çerçevesinde değil de, düşünürler çerçevesinde yol alacağım.
Neden?
Bugün herhangi bir iktisadî düşünce tarihi kitabı aldığınız zaman içerisinde bulacaklarınız antik yunandan itibaren gelişen batı merkezli ekonomik düşünsel birikim olacaktır. O halde düşünebilir ve diyebilirsiniz ki, iktisadî düşüncenin merkezi burasıdır. Bu bakış açısının gölgesi, sosyal bilim disiplinlerinin geneline de düşmüştür. Gerçek ise bundan oldukça uzaktır.
Öyleyse bu sorumluluk hepimizindir. Tekvîr Suresi’nin 26. ayetinde Rabbimiz buyurmaz mı,
“Öyleyse nereye gidiyorsunuz?”
Allah Teâlâ izin verirse bu zengin düşünsel mirası gelecek haftadan itibaren evvela Müctehid İmamlar Dönemi çerçevesinde incelemeye başlayacağız.